20 Ocak 2014 Pazartesi

11 B2-A Üzerine


Bu yazıyı tamamen 11 B2-A sınıfına atfetiyorum.

Onlar olmasaydı kısa sürede 12 yazı yazamazdım. Onlara verdiğim sözü tutmak için en sıkışık zamanımda (sınavlar, not girişleri, tercümeler, dersler…) kendimi bunları yazmaya verdim. Tabii ki aslında önümde çok uzun bir süre vardı. Ama babamın hastalığı, vefatı derken hayatım bambaşka bir yola girdi. Bu bahaneleri öğrencilerim sunsa ciddiye almazdım herhalde.

Bu işe koyulurken sınıfta söylediğim bir söz vardı. Bu kısa vadeli hedefleri yerine getirip getirmemek sizin gelecekteki karakterinizi belirleyecek demiştim. Onların gelecek diye gördüğü yerin içindeyim ben. Çalışıyorum, para kazanıyorum ve bir kariyerim var. Aklıma gelen tek şey de bu oldu, her şeyi konuşabildiğim, her konuda tartışabildiğim bu gençlere örnek olmam gerekiyordu. Yaşım ve kariyerim ne olursa olsun onlara verdiğim sözleri tutmalıydım. Ben başardım. 10 gün içinde 12 yazı yazdım. Evet bu kadar gecikmesine neden olan benim. Ama sonunda başarabilmek güzel bir şey. En sonunda hedefime ulaşabilmek, ben başardım diyebilmek daha da güzel bir şey…

Başta Deniz Sarıkaya olmak üzere ki, benle ilgili iddiayı o çıkarmıştır, tüm sınıfa teşekkür ediyorum.


Paslanmadığımı bilmek, işe yaradığımı bilmek, bir şeyler üretebilmek gerçekten çok güzel ve bunu sizin sayenizde yaptım gençler. Ben öğrencilerimden her zaman bir şeyler öğrenmeyi arzularım. Bu challenge süper bir öğrenim ve kazanım oldu hepinizi çok seviyorum…
 

George Orwell, Animal Farm, 1984 Üzerine


Mr. Orwell da bahsettiğim diğer yazarlar gibi İngiliz edebiyatının önde gelen kalemlerinden birisidir. 1903 Hindistan doğumlu yazarın asıl adı Eric Arthur Blair’dir. En ünlü iki eseri Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’tür. Dünyadaki Big Brother (Büyük Birader) kavramının da sahibidir. Eserlerinde imza gibi sosyal adaletsizliğin farkındalığı barınmaktadır. Hayvan çiftliği de halihazırda komünizmi anlatan bir eserdir.

Eton Koleji'nden mezun olduktan sonra, o sırada bir İngiliz sömürgesi olan Burma'da bulunmuş; kısa süreliğine buranın polis teşkilatında görev yapmıştır. Bu memuriyet döneminde şahit olduğu acımasız uygulamalar, emperyalizme karşı geliştirdiği derin öfkeye katkıda bulunmuştur.

Gençlik döneminde Fransa'da bulunmuş, türlü mesleklerde çalışmış, para sıkıntısı gerek yazarlığa başlamadan önce, gerekse ilk yapıtlarını kaleme aldığı yıllarda yakasını bırakmamıştır.

1940’lardaki reel sosyalizmin eleştirisi olan Animal Farm (Hayvan Çifttliği), dünya edebiyatındaki ‘yergi’ türünün başyapıtlarından biridir. “hayvan çiftliği”nin kişileri hayvanlardır. Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren insanlara başkaldırıp çiftliğin yönetimini ele geçirirler. Amaçları daha eşitlikçi bir topluluk oluşturmaktır. Aralarında en akıllı olan domuzlar; kısa sürede önder bir takım oluştururlar, devrimi de onlar yolundan saptırırlar.  ne yazık ki insanlardan daha baskıcı, daha acımasız bir diktatörlük olmuştur artık. george orwell bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz stalin’i simgelediği açıkça görülecektir. diğer kişiler birebir belli olmasalar da, bir diktatörlük ortamında olabilecek kişilerdir. Romanın alt başlığı ‘bir peri masalı’dır. Küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değildir ama bir masal anlatımıyla yazılmıştır.

George Orwell’in bir korku imparatorluğu, bir distopya olarak kaleme aldığı “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” ise; hem günümüzün genel olarak toplum düzenini, hem Büyük Birader kavramını, hem iktidar-vatandaş ilişkisini, hem de bugünün Türkiye’sini çok güzel özetleyen, rahatsız edici bir hikâye.

 

 

1984 yılında yaşamakta olan Winston Smith, insanlığa, yaşama dair umudunu kaybetmiş, Büyük Birader denen sorgulanamaz, karşı çıkılamaz şahsa ve Parti’ye hizmet etmekle görevli bir kâtip/yazmandır. Görevi; Doğruluk Bakanlığı’nın Kayıt Departmanı’nda kendisine verilen bilgiler doğrultusunda geçmiş evrak ve kayıtları düzelterek Parti’nin şimdiki işleyişine uygun ve doğru olmasını sağlamaktır.


 

Yaşanılan dünya ise çekilmez bir hâle gelmiştir; savaş sürmektedir, insanlar kıtlıkta yaşamaktadır, tüketilen bütün ürünler ve her şey eski, kullanışsızdır. Bütün dünya tamamıyla bir distopyaya gömülmüş haldedir. Düşünce suçu denen bir suç vardır ve insanlar bu suçtan kaçınmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Parti’ye direniş, Büyük Birader’e direniş asla kabul edilemez ve direnme, karşı koyma düşüncesi başlı başına bir düşünce suçudur.

Bu kitaplar nasıl yazılır nasıl kurgulanır cidden aklım almıyor. 46 yıllık yaşamına bu iki şaheseri sığdıran Orwell aslında ölümsüzlüğünü ilan etmiştir bu eserlerle…

Her ne kadar rahatsız edici de olsa bence okumaya değer…

 

SHAKESPEARE ÜZERİNE


Bir İngilizce öğretmeni blogger olarak Shakespeare’den yazmazsam kemikleri sızlar herhalde. Shakespeare de Mevlana’dan sonra yaşamasına rağmen günümüze gelen ve eserleri hala büyüleyen şair ve yazarlardan. Mevlana dedim çünkü ikisinin de çok eserini okudum ve aşkı ikisi gibi ifade eden tanımlayan başka kimse yok bence. Format dışına çıkmasa Mevlana hakkında da mutlaka yazmak isterdim. Ama konumuz şimdi Shakespeare.

 
Önce eleştirilerden bahsedeceğim. Aslında genel olarak Shakespeare kendi hikâyelerini yazmaz. Hamlet Danimarka kralıdır. Romeo ve Juliet de Verona’da geçer. Bu hikâyeler kulaktan kulağa dolaşan halk hikâyeleridir. Ama bu eserleri eser yapan Shakespeare’in cümleleridir. Bir insanın gözlerinin güzel olduğunu söylemenin birçok yolu vardır. Ama peki ya bu cümleler…

“Tüm göklerin en güzel yıldızlarından ikisi,
yalvarıyorlar onun gözlerine işleri olduğundan:
biz dönünceye dek siz parıldayın diye.
Gözleri gökte olsaydı, yıldızlar da onun yüzünde;
utandırdı yıldızları yanaklarının parlaklığı.
Gün ışığının kandili utandırdığı gibi tıpkı.
Öyle parlak bir ışık çağlayanı olurdu ki gözleri gökte
gece bitti sanarak kuşlar cıvıldaşırdı.”

Shakespeare hakkında yazılacak çok şey var aslında. Bazı rivayetler Shakespeare’in gay olduğunu ve sonelerini onlara yazdıklarını söyler. Ama aynı söylentiler Mevlana ve Şems için de yok mudur? Hem gay olsa ne olacak ki, Murathan Mungan en güzel şiirlerini erkek sevgililerine yazmamış mıdır??? Böyle bir yaratıcılığın çekirdeğinde ne varsa desteklenmeli bence.

Shakespeare sadece aşkı değil intikam gibi olumsuz duyguları da ustalıkla anlatmıştır. Hamlet ve Othello bunun en güzel örneklerindendir. Hatta Othello Yeşilçam’da “Arap’ın İntikamı” adı altında beyaz perdeye aktarılmıştır.

Othello’da Iago’nun Othello’dan aldığı intikam, Hamlet’te ise oyunun başından sonuna işlenen intikam trajedisi nefes kesicidir.

Shakespeare bence herkesin mutlaka okuması gereken bir üstat. Araştırmalar Shakespeare okumanın Alzheimer hastalığını önlemede başarılı olduğunu göstermiştir. Son zamanlarda yayınlanan dizilerde başta “Ezel” dizisinde rahmetli Tuncel Kurtiz sayesinde Hamlet ağırlıklı olarak alıntılar yapılmıştır.

Ben de yazının sonunu Hamlet’ten bu alıntıyı yaparak getirmek istiyorum…

"Var olmak ya da olmamak, mesele bu.

Gözü dönmüş talihin sapanına, oklarına,

İçin için katlanmak mı daha soylu,

Yoksa, bir dertler denizine karşı silaha sarılıp

Son vermek mi onlara? Ölmek, uyumak...

Hepsi bu... ve bir uykuyla

Binlerce doğal darbeye son verdik diyebilmek.

Hangi insan gönülden istemezdi bu bitişi!

Ölmek, uyumak... Uyumak, belki rüya görmek.

Ha! İş burda. Çünkü o ölüm uykusunda,

Şu fani bedenden sıyrılıp çıktığımızda,

Göreceğimiz rüyalar bizi duraksatır ister istemez.

İşte felaketi onca uzun ömürlü kılan da bu

Kim katlanırdı yoksa zamanın kırbaçlarına, küfürlerine,

Zorbanın haksızlığına, kibirli adamın hakaretine?

Hor görülen aşkın acılarına, adaletin gecikmesine,

Devlet görevlisinin kendini bilmezliğine;

Sabırla bekleyen erdemli kişinin,

Değersiz insanlardan gördüğü muameleye,

İnsan yalın bir hançer darbesiyle hesabı kesebilecekken,

Kim katlanırdı, bu yorgun yaşamın yükü altında

Homurdanıp terlemeye,

Ölümden sonraki bir şeyin korkusu olmasaydı?

Sınırlarını bir geçenin bir daha dönmediği

O bilinmeyen ülkenin korkusu kafamızı karıştırıp

Bizleri, tanımadığımız dertlere koşup gitmektense,

Başımızdakilere katlanmak zorunda bırakmasaydı?

İşte bunları düşündükçe

Ödlek olup çıkıyoruz hepimiz,

Ve işte böyle kararlılığın doğal rengi,

Endişenin soluk gövdesiyle bozuluyor;

Bulutları hedef alan büyük ve iddialı atılımlar

Bu yüzden yörüngesinden sapıyor

Ve bir girişim olmaktan çıkıyor adları..."

 

YOUNG GOODMAN BROWN ÜZERİNE


Öğretmenlerimin benim üzerimde emeği çoktur. Hayatımı değiştirdiler diyebilirim yaptıkları olumlu ve olumsuz işlerle. Nizamettin hocam nasıl İngilizceyi sevdirdiyse ismi lazım değil, yüzü aklıma geldikçe hala beddua ettiğim bir matematik öğretmeni de beni matematikten soğuttu. Ama dediğim gibi matematikten soğumasaydım şu an bunları yazıyor olmazdım herhalde. İşin iyimser ve Polyannacı yanı da bu olsa gerek.

Hayatımda olumlu katkıları olan öğretmenlerimden birisi de daha önce de bahsettiğim üniversitedeki İngiliz edebiyatı öğretmenim Zerrin Eren’dir. Verdiği bilgileri sanırım ancak dil edebiyat fakültelerinde verirler. Filolog olmak isteyip de zar zor öğretmenlik bölümü yazdırılan benim için bulunmaz bir nimetti Zerrin hoca. Onunla incelediğimiz eserlerden birisi de Scarlet Letter’ın da yazarı Nathaniel Hawthorne’un bir eseri olan “Young Goodman Brown”du. İsim de manidardır az sonra bahsedeceğim.
 

Hikâye Salem’de geçer ki Salem cadı avlarıyla meşhur bir yerdir. Hikâye puritanlara ithafen yazılmıştır. Puritanlar safçılıktan gelir. Doğuştan günahkâr olduklarına inanırlar ve yaşadıkları süre boyunca bu günahları affettirmek için yaşarlar, gülmezler, eğlenmezler…

İsminin başındaki young onun deneyimsizliğine, naifliğine bir göndermedir. Brown da puritanların sembolüdür.
Yaşadıkları yer olan salem village da tesadüfi değildir. Salem İbranicede barış anlamına gelmektedir. Ayrıca salem village 1692 yılında çoğu kadın olmak üzere 19 köylünün cadı oldukları düşüncesiyle öldürüldükleri yerdir.
Karısının isminin faith olması da tabiki de tesadüfi değildir. Karısını bir melek olarak görmektedir. Hikâyede sürekli bahsi geçen "pink ribbons" da oraya boşuna konmamıştır. İyimserliği temsil etmektedir karısının saçındaki pembe kurdeleler.


Kahramanımız goodman brown başta karısı olmak üzere içinde bulunduğu toplumunun yani puritanların çok iyi insanlar olduklarını düşünüyor. Güneş battıktan sonra bir yolculuğa çıkması gerekiyor her ne kadar karısı onu engellemeye çalışsa da. Şeytanla randevusu vardır. Şeytan ona goodman brown un babasının ve dedesinin de ona nasıl geldiğini anlatır. akıl hocası olarak gördüğü insanların -goody cloyse, minister, deacon gookin- şeytanın yanında yer aldığını görür. Hatta kendi karısının bile onlardan biri olduğunu görür. Buradaki şeytan da aslında temsilidir. En önemli cümlerinden biri olan evil is the nature of mankind 'ın temsili olarak şeytanla ilintilendirilmiştir. bu adamın karısının adının faith olmasıda tesadüf değildir. şeytan tarafından ele geçirilecekken faith'ini yani inancını arıyor olması kadının suretinde iyiliğe olan inancını göstermiştir kahramanın. Tüm bu şahit olduğu insanın satılmışlığından sonra kasabasına geri dönen young goodman brown aksi ve huysuz bir adama dönüşmüştür ve öldüğünde de sadece mezarında huysuz biri olarak yazılmıştır..

BEATLES ÜZERİNE


İngilizce şarkıların, yabancı dil öğrenimindeki katkısını bilemem ama tek bildiğim bir şey var o da Beatles’ın kesinlikle olumlu bir katkısı olduğu.
 

Bir yerlerde bir söz okumuştum “Eğer mutluysanız müzik sizi alır götürür, eğer hüzünlüyseniz şarkının sözleri sizi alır götürür” diye.

Beatles şarkılarında böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü ruh haliniz her ne olursa olsun şarkılarının hem müziği hem de sözleri sizi alır istediğiniz yere götürür.

 

Liverpool’un dört gülü, ya da muhteşem dörtlü olarak da anılan grup, Ringo Starr, Paul McCartney, John Lennon ve George Harrison’dan oluşur ve şu anda sadece ne yazık ki Ringo Starr ve Paul McCartney hayattadır.

Öncelikle şarkılarda kullanılan İngilizce çok saf çok katkısız bir İngilizce. Telaffuzlarda geçişler saçma sapan değil ve %100 doğru telaffuzlar, kullanılan kelimeler 50 yıl geçmesine rağmen hala aktif.

“Yesterday” şarkısının sözlerini Rudyard Kipling yazmış olsaydı IF(Eğer) şiirinden daha çok ünlenirdi herhalde.



Deneysel olarak Beatles dinlettiğim sınıflarda öğrencilerin telaffuzlarının ilerleyen dönemlerde telaffuzlarının daha iyi olduğuna şahit oldum.

Bu vasıtayla tüm öğrenci, öğretmen ve velilere sesleniyorum, lütfen Beatles dinleyin dinletin. Anlasanız da anlamasanız da…sırf sözleri anlayabilmek için bir heves doğacaktır içinize emin olun…

MİNA URGAN ÜZERİNE


Kitap okumak güzel iş… Her ne kadar bayadır bahanelere sığınıp okumasam da…

İnsanın mı kitap okumayı istemesi lazım, kitabın mı kendini istetmesi lazım bu da ayrı bir soru herhalde…

Öğrencilerime kitap aldırırken dikkat ediyorum da, tercihler birçok şeye göre değişebiliyor… Yaşa, cinsiyete, karaktere…

Örneğin ben çizgi roman insanı olamadım. Okuyacağım kitabın beni çağırması gerek, eğer Türkçe okuyorsam ve bu ana dilinden bir tercümeyse çevirmenin performansı da kitabın okunmasında etkili oluyor.

Bu anlamda en büyük saygıyı “Mina URGAN”a duyuyorum. Hayatımda eğitimle alakalı tek keşke onun öğrencisi olamamak. Tabi bu benim elimde olan bir şey değildi. Ama yine de hayıflanıyor insan. İngilizce şiir okuduğumda çevirmeye çalışırım. Tabii biz faniler için bu çeviri birebir çeviriden öteye geçemez. Ancak Mina URGAN’ın İngiliz Edebiyatı Tarihi kitabında bolca örneklerini görebileceğiniz gibi, Mina URGAN şiiri sadece çevirmiyor yeniden yaratıyor. Şiiri okuyorum anlıyorum ama çevirisine baktığım zaman ben bunu nasıl yapamam bunu nasıl akıl edemem diyorum… Kesinlikle saygı duyulması gereken bir kadın.
 

1915 yılında doğan URGAN, 2000 yılında ebedi hayata göçmüştür. Tarihlere baksanıza, Türkiye Cumhuriyeti’nin tanık olacağı her şeye tanık olan bir kadın, kendi deyimiyle bir dinozor. Yazdığı iki kitap “Bir Dinozor’un Anıları ve Bir Dinozor’un Gezileri”ne kadar çok da popüler olmayan bir cevher…

 

O kitaplardan birisinde Halide Edip ve Necip Fazıl için yazdıkları çok etkileyici. Necip Fazıl’ın aslında yanar döner bir insan olduğu, tam bir otlakçı ve çıkarcı olduğu, aşırı solcuyken çıkarları doğrultusunda görüşlerini değiştiğini okuyabilirsiniz bu kitaplarda… Tabi modern Türkiye’nin de değişimi ve gelişimine kolayca tanık olabilirsiniz.
 

Mina URGAN’ın yazdığı kitapları okumuyorsanız mutlaka çevirdiği eserleri okuyun pişman olmazsınız…

19 Ocak 2014 Pazar

Oscar Wilde Üzerine


Beni etkileyen yazarlardan birisi de “Dorian Gray’in Portresi” adlı eseriyle Oscar Wilde. Tesadüf ki o da İrlandalı. O da hiciv üstatlarından…
 

Dorian Gray’in portresini liseden mezun olduktan sonra okudum ve çok etkilendim. İnsanın yüzü güzelleştikçe içinin kötüleşmesi konusu ve kullanılan dil harikaydı. Kalan dış güzelliği yanında iç dünyasının çirkinleşmesi bir resimde canlandırılır. Kitaptaki karakter şunu ifade etmiştir. "Keyif ise her şeyi tattım. Mutluluk ise asla."

Wikipedia’da bu eser hakkında şunlar yazmaktadır:

“Romanın kahramanı Dorian Gray çok yakışıklı genç bir adamdır. Dorian'ın hayranı olan ressam Basil Hallward, onun güzelliğinden çok etkilenir ve sanatında yeni bir akım oluşturduğuna inanır. Basil'in evinin bahçesinde, Dorian Basil'in arkadaşı Lord Henry Wotton ile tanışır ve onun dünya görüşünden adeta büyülenir. Lord Henry, hayatta en önemli değerlerin zevk ve güzellik olduğunu düşünür ve Hazcılık üzerine kurulu bu düşüncelerini Dorian'a anlatır. Dorian bunun üstüne güzelliğini bir gün yitireceğini fark eder ve ağlayarak onun yerine Basil'in çizdiği resminin yaşlanmasını ne kadar çok istediğini dile getirir. Dorian'ın bu dileği gerçekleşir. Portresi işlediği her günahın izini taşımak üzere işaretlenir ve bu günahların her biri portresinde kusur veya yaşlanma belirtisi olarak yer alır. Dorian sansasyonlarla dolu bir hayat yaşar ama bir türlü yaşlanmaz. Kitapta ayrıca eşcinsel öğelere yer verilmiştir ve bu konuda büyük eleştiriler almıştır ancak döneme bakıldığında bu konuda bir devrim yapıldığını söylemek zor olmaz çünkü bu konuda yalın bir dil kullanılmıştır ve gayet açıktır. Ancak bu popularitesini daha da arttırmıştır ki yazarın klasik olarak sayılan tek romanıdır. Kitap, gotik korku fantezi türünde olup, Faust Efsanesi'ni andıran öğeler içermektedir.Faust daha çok bilmek adına ruhunu şeytana satarken, Dorian haz ve ölümsüz güzellik için şeytana ruhunu satar.”
 


Kitapta eşcinsel unsurlar vardır ve zaten Oscar Wilde’da bu yüzden oldukça eleştiri almıştır.

Aslında insanların başta facebook’ta yaptığı paylaşımları görünce üzülüyorum. Mevlana gibi Oscar Wilde’da insanların birbirlerine yapmak istedikleri triplere alet oluyorlar ellerinde bile olmadan. 

Bu dış görünüş olayı sadece Dorian Gray’de değil aynı zamanda Mutlu Prens’te de vardır. Mutlu Prens heykelindeki tüm değerli taşları yardıma muhtaç kişilere verdikten sonra insanlar tarafından heykel yıkılır…

Jonathan Swift ile ortak bir yanı insanların çıkarcı ve bencil olmalarını eleştirmesi diyebilirim.

Jonathan Swift ile ortak bir noktaları daha var o da ikisinin de eğitimlerini Oxford Üniversitesi’nde yapmalarıdır.

Oscar Wilde gerçekten okunası bir yazar ama bir tavsiye; sakın trip ve kapris yaparken kullanmayın ayıp oluyor… :)

Jonathan Swift (30 Kasım 1667 - 19 Ekim 1745) Üzerine


Hayranlıkla okuduğum yazarların başında Jonathan Swift geliyor. Jonathan Swift’in “Güliverin Gezileri” adlı romanını okumuştum. Çekilen çizgi filmleri de izlemiştim bir çocuk olarak. Jonathan ile asıl tanışmam ise üniversite yıllarında olacaktı.

Kısa hikâye inceleme dersinde, öğretmenimiz Zerrin Eren sağolsun Jonathan Swift’in “A Modest Proposal” “Alçak Gönüllü Bir Öneri” eserini incelemiştik. Okudukça tüyleri diken diken eden bir eserdi. Tek bir sıfatla anlatacak olsam bu sıfat kesinlikle “stunning” (çarpıcı) olurdu.

Kitabın kendi tanıtımında yazan şey şudur: iRLANDA'DAKİ YOKSULLARIN ÇOCUKLARININ, AİLELERİNE VE ÜLKELERİNE YÜK OLMALARINI ÖNLEMEK VE ONLARI TOPLUMA YARARLI KILMAK ÜZERE, MÜTEVAZI BİR ÖNERİ.

Kitabın adı bile başlı başına hiciv içerir. Aslında bu öneri alçak gönüllü bir öneri değildir. O dönemde İngiltere’nin İrlanda üzerine uyguladığı saçma sapan vergileri protesto eden bir hikâyedir. Kitaptan bir alıntı yapacak olursam:


Annelerinin ve zaman zaman da babalarının kollarında, sırtında ya da peşinde dolaşan bu inanılmaz çocuk bolluğunun; krallığın bugünkü üzücü durumuna yeni yaralar eklediği konusunda, herkesin aynı düşüncede olduğuna inanıyorum. Ve bunun içindir ki, bu çocukları, ortak yaşamın akıllı ve yararlı üyeleri haline getirecek, kolay, ucuz ve adil bir yöntemi bulabilecek kişinin, ülkenin kurtarıcısı olarak, toplum tarafından heykelinin dahi dikilmesine hak kazanacağını sanıyorum.


Londra'da tanıdığım çok bilgili bir Amerikalı, bana, bir yaşında sağlıklı, iyi beslenmiş bir çocuğun; buğulama, kızartma, fırınlama veya haşlama olarak, çok lezzetli, besleyici, yüksek değerde bir besin olduğunu söyledi. Yahnisinin de aynı lezzette olacağından eminim.

Şu halde, hesaplamış bulunduğum yüzyirmibin çocuktan yirmibini, doğurganlık için bir kenara ayrılmalı, yirmibinin dörttebiri de oğlanlar olmalıdır. Bu dörttebir, koyun, inek ve domuzlarımız için öngördüğümüz sayıdan bile fazladır. Söz konusu çocukların, bizim vahşi insanlarımızın pek takmadıkları evlilik kurumunun meyvaları olmadıklarını düşünürsek, bir erkek dört dişiye hizmet etmeye yeter. Geriye kalan yüzbin tane bir yaşına gelmiş çocuk ta, zengin sofralar için etlenmek ve şişmanlamak üzere, son aylarda annelerinden bol bol süt emmeli, zamanı geldiğinde de krallığın kaliteli ve zengin insanlarına satılmalıdırlar. Arkadaşlar arası bir eğlence için, bir çocuktan iki tabak et çıkar; ailece yenen yemeklerde de, göğüs ya da buttan dörtte biri yeterli olur, tuzlanıp biberlendikten sonra da dört gün bekletilirse, haşlamasının tadına doyulmaz, özellikle kışın.”

İnanabiliyor musunuz? Öneri çocukların yahnisinin yapılarak yenmesi… yani kısaca der ki öyle vergiler öyle saçmalıklar var ki biz bu çocuklardan ancak böyle kurtulabiliriz, oldu olacak çocuklarımızı yiyelim…

Bu akla, bu hiciv yeteneğine sahip bu adama hayran olmamak elde değil…

Bu hikayeyi okuduktan sonra Güliver’in Gezileri daha anlamlı geldi.

Kendimce yaptığım yorumda, Güliver’in İngiliz olduğunu, gittiği cüceler ülkesi Liliputya’nın da İrlanda olduğunu çıkarsamalarına ulaştım. Ve o insanların dev Güliver’i beslemek için gösterdiği çaba da İngilizlerin İrlanda’yı nasıl sömürdüğünü çok açıkça anlatır bize.


Jonathan Swift candır,İrlanda'da doğmuş hayatını haksızlıklara karşı mücadele ederek geçirmiştir ve mezar taşında şunlar yazar:
Burada, vahşi haksızlıklar karşısında kalbi paramparça olan biri yatıyor...
lütfen okuyun, okutun…

CHARLES DICKENS ÜZERİNE


Öğrenciyken okumayı çok sevdiğim söylenemez. Ta ki Charles Dickens ile tanışana kadar…

Okumayı sevmemem de yanlış kitap seçimi ve öğretmen tutumunun etkisi vardı sanırım. Kendini keşfedemeyen birisi olarak nasıl kitap seçeceğimi ve daha doğrusu zevklerimi bile bilmiyordum. Derken lise 2. Sınıfta Charles Dickens’ın Great Expectations (Büyük Umutlar) kitabını okudum. Almanca dersiydi, öğretmenimiz Mehmet Aksoy sağolsun ders konusunda beni pek sıkmazdı, derslerinde İngilizce çalışmama izin verirdi. İki derste yani 80 dakikalık bir sürede, bir çırpıda okudum kitabı ve budur dedim. Ergenliğin verdiği etkilerle de Charles Dickens’tan etkilenmem zor olmamıştı. Çünkü Charles Dickens’ın kendine has bir acısı vardı ve tüm romanlarında bunu yansıtırdı. Hani bir klişe vardır ya; yazar bu yazısında kendi yaşantısından alıntılar yapmış mıdır? diye, Charles Dickens bu alıntıların ağa babasını yapar. En çok tutulan iki romanı yani Büyük Umutlar ve David Copperfield’daki kahramanlar yani Pip ve David aslında Charles Dickens’ın küçüklüğüdür.

1812 yılında doğan Charles aslında güzel bir ortamda doğmuştu. Fakat babasının borçları yüzünden hapse girmesi Pip ve David’in hikâyelerinde olduğu gibi Charles’ın kendi hikayesinde de olayları tersine çevirmiştir. 11 yaşında bir boya fabrikasında çalışmaya başlayan Charles 15 yaşında bir avukatın yanında çalışmaya başlamıştır ve daha sonra da 23 yaşında Morning Chronicle gazetesinde “Boz” takma adıyla yazılar yazmaya başlamıştır. 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayınlayıp yorulmak nedir bilmeden çalıştı ve çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda yenilikler için mücadele verdi. Büyük Umutlar, Oliver Twist ve A Christmas Carol adlı romanları aynı zamanda beyaz perdeye de aktarıldı.


 

İzlediğim filmlerden birinde “Fakirlik Charles Dickens romanlarındaki gibi eğlenceli değildir” sözü söylenmişti. Bu cidden etkileyici bir söz.

Romanlarında her ne kadar umutsuz bir durum varsa da sonunda umutlar yeşerir ve okuyucuya o hazzı verir. Yaratıcı dehası Leo Tolstoy'tan G. K. Chesterton ve George Orwell'a kadar pek çok yazar tarafından övülse de, Oscar Wilde, Henry James ve Virginia Woolf ise psikolojik derinlik eksikliği, gevşek yazım tarzı, duygusal mizacından ötürü Charles Dickens’ı eleştirmişlerdir.

Bana okumayı sevdiren bu yazarın romanlarını öğrencilerime de tavsiye ediyorum ve onlar da okumaktan haz alıyorlar. Eğer tanışmadıysanız Charles’la mutlaka tanışın.

Charles Dickens'ın Great Expectations müsveddesi, kendi el yazısıyla
 

18 Ocak 2014 Cumartesi

ANLIYOR AMA KONUŞAMIYOR MUSUNUZ?


Türkiye’de çok kullanılan bir sözdür: “İngilizce’yi Anlıyorum ama konuşamıyorum”. Bu cümlenin nedeni üzerine gerçekten düşündüm ve kendimce bir nedene ulaştım. Bu nedenlerden bazıları:

1.       Öğretmenlerin dersleri Türkçe anlatması

2.       Öğretmenin dersi İngilizce anlatması fakat öğrencilere yeteri kadar konuşma fırsatı vermemesi

3.       Bu iki durumun olmaması durumunda da öğrencilerin yeteri kadar pratik yapma imkanı bulamaması

4.       Konuşma sürecinde öğrencinin özgüvenini yitirmesi

Tabii teşhisleri bulunca tedavi daha kolay oluyor.

Bazı kaynaklar öğretmenin derste öğrenciden daha fazla İngilizce konuşmasını, bunun öğrenciye örnek teşkil edeceğini ve konuşma sürecinin hızlanacağını söyler. Bir bakıma bu konuya katılıyorum ama bunun arasını bulmak gerekir. Türkiye’de öğretmenler İngilizce dersini ya Türkçe anlatırlar. Aslında buna İngilizce dersi demek bile yanlıştır ya… ya da öğrenciyi dile boğarlar ve öğrenciler yabancı dilin kesinlikle öğrenilmesi imkansız bir şey olduğunu düşünürler.

Burada yapılması gereken tek şey aslında egolardan sıyrılıp seviyeye inmek “baby steps” dediğimiz adımlarla öğrenciye başarı hissi vererek ısıyı arttırmak olacaktır. Klasik de olsa kendini tanıtma aktiviteleriyle başlayıp, daha sonra öğretilen her yapıda mutlaka her öğrencinin üç dört cümle kurmasına fırsat verilmelidir.

Son olarak da en hassas noktalardan birisi olan hata düzeltme durumu var. Bazı kaynaklar hataların düzeltilmemesi gerektiğini söylese de ben buna katılmıyorum. Kullandığımız dile dikkat ettikten sonra hata düzeltmede sıkıntı yok ama ne olursa olsun bu düzeltmeler konuşmanın sonunda yapılmalıdır. Öğrenci her hata yaptığında sözü kesilip düzeltildiğinde yaşayacaklarını tahmin etmek çok da zor değil…

Önerileriniz için mutlaka yazın thsncl@hotmail.com

17 Ocak 2014 Cuma

PRESENT SIMPLE TENSE ÜZERİNE


7 yıldır öğretmenlik yapıyorum. Yaklaşık 20 yıldır İngilizce biliyorum. Edindiğim tecrübelere göre bu tense öğrencilerin en çok zorlandığı, her yaştan her kesimden insanın aynı hatayı yaptığı tense. O yüzden bu konuyu anlatırken öğrencilerime İngilizce’deki en önemli konunun bu olduğunu, bu konuyu anladıkları takdirde diğer tüm konuları kolaylıkla anlayabileceklerini söylüyorum.

Tabii bir de her zaman eleştirmekten kendimi alamadığım meslektaşlarımın da bu sorunun kangrenleşmesindeki etkilerini yok sayamam. Bence bu konudaki en büyük hata Present Simle Tense=Geniş Zaman öğretisidir. Zaten felsefe olarak İngilizcedeki zamanları Türkçedekilerle karşılaştırmak bence ahmaklıktır. Bu zamanı geniş zaman olarak çeviren eğitimcilerin perfect zamanları nasıl çevirdiklerini de merak etmiyor değilim.

Burada yapılması gereken şey dilbilgisi kurallarına girmeden işin mantığını kavratmak olmalıdır. Present Simple Tense, günlük olarak yaptığımız işleri, belirli ya da belirsiz aralıklarla yaptığımız işleri (rutinlerimiz), değişmeyen gerçekleri (ki bazı kaynaklar buna bilimsel gerçek der ancak o gerçeğin bilimsel olması zorunlu değildir), İngilizcede gazete manşetlerini ve bazen de gelecekte yapacağımız işleri anlatırken kullandığımız zamandır. Eğer buna geniş zaman demiş olsaydık sanırım gelecek maddesini katamazdık.

Burada tabii ki dikkat edilmesi gereken en büyük konu kurallardır. He, she ve it öznelerinde –s, -es, -ies eklerinin gelmesi, soru ve olumsuz cümlelerde ise “does ve doesn’t” kullandığımız için ekleri eklememek kavratılması kolay işler değil. Ama gariptir yapılan en klasik hata bu cümlelerde am, is ve are kullanımı. Bunun çaresini bulan varsa lütfen aktarsın :))

Bu konunun öğrenilmesi öğrencilere çok büyük kapılar açmaktadır. Çalıştığım okulda 4. Sınıfların dersine giriyorum. İlk dönem veli toplantısında gelecek planlarım arasında İngilizce kompozisyon yazdırmak olduğunu söyledim ve inanın velilerin yüzünden anladığım kadarıyla benle dalga geçtiler ve inanmadılar. Nitekim zaman geldi çattı. Present Simple Tense’i öğrettim ve öğrencilerden kendilerini ve ailelerini tanıtan bir kompozisyon yazmalarını istedim. Ortalama 150 ila 300 kelimelik kompozisyonlar geldi. Beni en çok sevindiren şey ise present simple tense olan cümlelerde am, is ve are kullanmamalarıydı. Tabii ki bazen olumsuz cümlelerde –s eki kullanmışlar ama bu çözülmesi daha kolay bir şey bana göre.

İlerleyen günlerde yazılardan birini paylaşacağım… Görüşmek üzere…

11 Ocak 2014 Cumartesi

Nizamettin Yıldırım Üzerine


Yaklaşık 1.5 yıldır yazmamıştım. Bunun için geçerli ya da geçersiz bir sürü bahanem var sanırım. 1.5 yıldan sonra yazmamın nedeni ise şu: Okulumdaki 11. Sınıfımla bir proje üzerine çalıştık. İşlediğimiz kitapta bir konu vardı ve öğrencilerden kısa ve uzun vadeli hedeflerini yazmalarını istiyordu. Tabii ki hemen aklıma bir proje geldi ve tüm öğrencilerimden kısa vadeli hedeflerini yazmalarını istedim. Çıkan sonuç gayet eğlenceliydi, bazısı kilo vermek, bazısı şehir dışında yapılacak spor müsabakalarına katılmak, bazısı ise FB-GS maçına gitmek gibi hedefler yazdı. Elbette asıl iş hedefleri belirlemekten çok bunları yerine getirmek olacaktı. Bunun için de bir iddia gerekiyordu, baklava gibi bir karına sahip olma hedefi koyan bir öğrencim, hedefi gerçekleşmemesi durumunda sınıfa baklava getireceğini söyledi. 

Aralarında bir öğrencim ki kendisini çok severim işi farklı bir boyuta taşıdı. Eğer onlardan bunu istiyorsam benim de bir şey yapmam gerektiğini söyledi ve ben de hak verdim. Onlardan istediğim şeyin karşılığında ben ne yapacaktım? Sonuç olarak bu bloğu daha aktif kullanmam ve karne haftasına kadar 12 yazı yazmamda karar kılındı. Tabi tarihin 11 Ocak olduğunu ve bunun da benim ilk yazım olduğu düşünülürse, öğrencilerimin de öngördüğü gibi işim hiç kolay değil. Şu an eminim öğrencilerim gerçekleştiremeyeceğimi düşünüyor, ama bekleyip göreceğiz J

Uzun zamandan sonra ilk yazdığım yazı olacağı için bunun özel bir şey olması gerekiyordu. Mesleğim gereği özel denince aklıma gelen kişilerin başında ise bugün buralarda olmamın en büyük etkenlerinden biri olan Nizamettin Yıldırım geldi. Haftada 24 saat ders almak üzere koskoca 1yılı birlikte geçirdik Nizamettin hocayla. 10-11 yaşlarındaydık. 5. Sınıf bitmiş Anadolu liselerine giriş sınavına girip Samsun Anadolu Lisesi’ni kazandıktan sonra okulun ilk gününü hatırlıyorum dün gibi. O koskoca kubbesi olan spor salonuna topladılar hepimizi. Tabi salona girene kadar üst sınıfların aralarında geçen diyaloglara şahit olduktan sonra Allahım ben nereye düştüm dedim. İlkokuldan tanıdığım arkadaşlarım ve kuzenimin varlığından güç almıştım. Spor salonunda toplanmamızın nedeni kura çekecek olmamızdı. Hangi hazırlık sınıfında okuyacağımız kura sonucu belirlenecekti. Kader ağlarını örmüş o zamana kadar ne kadar tanıdığım insan varsa hepsiyle aynı sınıfa düşmüştüm, Hazırlık C. Şu an Fevzi Çakmak Lisesi olan binanın spor salonuna yakın kapısından girdik ve sınıfa girdik. Öğretmenimiz erkekti ve adı Nizamettin Yıldırım’dı. Veliler sınıftaydı ve veliler içerideyken herkesten bir defter ve kırmızı pilot kalem istemişti, daha sonra velileri çıkardı ve hayatımızı değiştirecek insanla baş başa kaldık. Nizamettin hoca konuşmaya başladı. Tamamen İngilizce. Daha önce duymadığım, aşina olmadığım bir şeydi. Kalbim hızla atmaya başladı. Sınıfta özel okuldan gelen birkaç kişi vardı ve onların varlığı beni daha da rahatsız ediyordu. Hayatıma şöyle bir bakıyorum da hiç öyle hissetmemiştim hala da hissetmedim.

Günler, haftalar aylar geçti. Artık o dili anlamaya başlıyordum. Bu benden önce kesinlikle Nizamettin hocanın eseriydi. Küçük bir kasetçaları vardı. Oradan dinlemeler yapardık ve kısa dalga radyodan bize ödevler verirdi. İşimiz gücümüz İngilizce olmuştu. Kendi hayatından örnekler verirdi ve yakın arkadaşım Mehmet Karakoç’un ekşi sözlükteki yazısında da yazdığı gibi teneffüslerde tüm vaktini İngiliz radyolarını dinlemekle ve İngiltere’deki arkadaşlarıyla görüşerek geçirirdi. Bunu yapması bize hiçbir bahane bırakmıyordu. Öğretmenimiz bu şekilde çalışırken biz hiçbir bahane sunamazdık herhalde. Kandil bayram gibi özel günlerde öğretmenimi aramam gerektiğini annemden öğrenmiştim. Bir kandil günü Nizamettin hocayı aradım, önce annem konuştu sonra bana verdi ben de rahat rahat telefonu aldım ama Nizamettin hoca tamamen İngilizce konuştu ben Türkçe konuştukça İngilizce konuşuyordu ve ağlamak üzereydim. Ağzından Türkçe kelime duyduğum zaten çok azdı. Klasik öğretmenler gibi ezber yaptırmazdı. Şu an öğrencilerime de asla yapmadığım gibi defalarca kelime yazdırmazdı ki bunun ne kadar ahmakça bir şey olduğunu da ondan öğrenmişimdir 20 yıl önce. Günümüzde hala defalarca kelime yazdıran öğretmenlerin varlığını düşündükçe Nizamettin hoca cidden büyük adammış. Sanırım kendi kendine bizim üzerimizden iddialara girerdi. İngilizlerin “Challenge” dediği şeyi o yapardı. Bize bir seferinde bir süre verdi ve o süre geldiğinde İngilizce gazete okuyabileceğimizi söyledi. Türkçe gazete bile okuma alışkanlığı olmayan bizler için bu devrim gibi bir şeydi. Dediği sürede Turkish Daily News ve Mirror gibi gazeteleri getirdi sınıfa ve okuyabildik! Bunun gibi bir sürü örnek var. Bir keresinde de derse geç kalanlara neden geç kaldıklarını sordu. Normal öğretmen yaklaşımı öğrencileri geç kâğıdı almaya yollamak olurdu herhalde. Cevap geldi ama Türkçe geldi. Çok kızdı ve bu kez İngilizce cevap istedi. Arkadaşlarımız cevabı İngilizce verdikten sonra yerlerine oturmalarına izin verdi.

Nizamettin hocanın öğretim sistemi, verdiği örnekler, kurduğu cümleler oynattığı oyunlar hala aklımda. Öğrencilerimden ve velilerimden aldığım geri dönütlere dayanarak iyi bir öğretmen olduğumu söyleyebilirim. Ki gerçekten öyleysem bunun tek nedeni Nizamettin Yıldırım’dır. O sınıftan mezun olan insanların bir çoğunun mesleğinin yabancı dille alakalı olması da benim bu cümlemin kanıtıdır. Kaderin bana ilk kıyağı Nizamettin hocanın öğrencisi olmaktı. Ama bana kıyak yapan kader ona yapmadı ve onu aramızdan çok genç yaşta elim bir trafik kazası sonucu aldı.

Sanırım cennetin ona dünyadan daha çok ihtiyacı vardı. Nizamettin hocanın varisi değilim, çok da zengin olduğunu düşünmüyorum ama bana bıraktığı şeylere kesinlikle paha biçemem. Ruhun şad olsun hocam…

Nizamettin hoca üzerine ekşi sözlükte arkadaşım Mehmet Karakoç'un yazdığı yazı